Perşembe, Ağustos 31, 2006

Replay




...
Yıldızımı okşarken bir uçak geçse düşümden
Avaz avaz bağırıp sesimi duyursam
Ah çocukluğum camdan duvarlarım
Portakal çiçeği kokulu heyecanlarım
Kuş tüyüydü düşlerim umutlarım
Hani nerde arsızlığım umarsızlığım
Heyy uçak
Hey uçak
Uçak
Beni de al
Beni de buralardan götür
Nereye gidiyorsan
Beni de al
Beni de uzaklarıma götür
...

Feridun Düzağaç

Çarşamba, Ağustos 23, 2006

Kaynarpınar episode 2


Ama zaman beni yine yanılttı. Akşam oldu yattım sabah oldu kalktım. Kahvaltılar yaptım her gün birbirinden nefis. Bahçeden toplanan tazecik kıpkırmızı domatesler, kütür kütür biberler, babamın yörük amcadan satın aldığı annemin deyişiyle delce domatesler biz ona istanbulda cherry diyoruz, bademli kayısı reçeli, taze tereyağı... Bütün bi kış yapamadığım kahvaltıların acısını çıkardım. Bi de bol telveli türk kahvesini eksik etmedim üstüne. Sonra da hadi bana müsaade deyip keyif sigaramı tüttürmek üzere o kocaman çınarın altında ki kahvenin yolunu tuttum. Gazetelerimi de alıp oturdum o köşede ki kırık dökük masaya ... Tiril tiril esiyordu, yaprakların hışır hışır sesleri dalga seslerine karışıyor, gazetemin sayfaları rüzgarın etkisiyle dağılıyor ben büyük bir sabırla katlayıp okumaya devam ediyordum. Allalla dedim İstanbulda olsa sinirlenip tıkıştırır atardın çoktan, buranın havası iyi geldi sana. Bi de nasıl olduysa Harlequin serisinden bir kitap geçti elime, okuldan beri okumamıştım. Hatta annem kızım sen ne okuyorsun diye sordu, neden dedim? Sırıtıyorsun kendi kendine dedi şaşkınca bakarak... Aşk kitabı annecim dedim. Seriden bilindiği üzere zengin, genç ve yakışıklı çiftlik sahibiyle, kasabanın göze batmayan genç kütüphanecisi’nin ihtiras dolu aşk serüveni... Neyse onlarıda evlendirip dertop ettikten sonra bi huzur doldu içime... Her aşkın sonu mutlu bitermiş gibi hissettim.
Bol çiğdem çitlettim. Çitlettiklerimden dağ yaptım, karıncalar dağıttı dağımı...
Fazla alkol tüketmedim ne de olsa baba faktörü! Kendisi içtiği için herkes onun kadar içiyor zannettiğinden en iyisi 2 kadeh içip sıvışmak dedim. Her günün gecesinde yıldızlara bakarken günlerimi eksilttim takvimimden.
Her sabah koşar adım denize gittim, bomboşdu sahil hep. Serin suyun etkisiyle çakı gibi olan bedeni yağlayıp önce düz sonra çapraz binbir pozisyonda yakma teşebbüsünde bulundum. Bol bol yüzdüm. Hani bi sınırı vardır denizin, yüzersin açık renk biter koyulaşır altında ki derya, ürperirsin. İşte o bölgeyi bile bi çırpıda yüzdüm korkmadan, sanırım yaş ilerledikçe korkularım değişiyor.

Pazartesi, Ağustos 14, 2006

Pazar



Canım Ege'nin bol tuzlu, serin sularından sonra
pek bi yavan geldi klorlu sularda yüzmek...

Çarşamba, Ağustos 09, 2006

Kaynarpınar episode 1


İnecik köyünün sahile bakan mahallesidir Kaynarpınar.
Annemle babamın ballandıra ballandıra anlattıkları, her eylülde aksatmadan gittikleri şirin balıkçı köyü...
Gitmek hiç nasip olmamıştı bugüne kadar, eee! malum eylül, biz çalışanlar için tatiller bitmiş yeni iş sezonuna harala gürele giriş yapılmıştır çoktan...
Bu sene hiç aklımda yokken gelişen tatil seyri beni oralara savurdu, attı. İyi ki de atmış. Büyükşehrin hengamesini ve tüm senenin yorgunluğunu taşıyan bünyeye başka hiçbir yer böyle iyi gelemezdi. İzmirden maaile yol almaya başladığımızda bol virajlı upuzun bi yol kafamda ise bi dolu soru işareti vardı. Emekliler için biçilmiş kaftan çok beğeneceksin diyen aile büyüklerimin lafları biraz ürkütmüştü beni aslında. Ne emekliler mi? ben n’apicam orda demiştim içimdem.
Ya sıkılırsam sıkılmayı bırak ya market yoksa onu da bırak ya sigara bulamazsam korkusu sarmış ilk benzin istasyonunda su almam lazım susadım bahanesiyle çantamı tepeleme sigarayla doldurmuştum inanması zor ama fermuarı zor kapatmıştım. Seçilciğime buradan selamlar evet Seçil bol sigarayla gittim, üzgünüm. Hoş, oturup şöyle rahat rahat sigaranın dumanını savurdun mu bari? desem kendime o da olmadı, köşe kapmaca oynadım hep, çat orda çat kapı arkasında içtim mereti. Neyse bol viraj, bol sıcak, bol ter uzun zamandır böyle terlememiştim, ben söylenirken annem adeta mutlu oluyordu terliyorum diye ay! ne güzel işte toksinleri atıyor vücudun sağlıklı, teri atamazsan çok tehlikeli filan diye.
Homur homur yol alırken nihayet son sapakta bitti küçük köyün toprak yoluna girildi, beni bi şaşkınlıktır aldı. İndim arabadan, baktım, fırlattım babetleri şıpşıplarımı giydim, bye dedim bizimkilere ben ineyim bari iskeleye ...
İniş o iniş bi daha iflah olmadım zaten. Günbatımı her tarafı kızıla boyamıştı, küçücük iskele gerçek gibi görünmüyordu, minik kayıklar yanyana sıralanmış bikaç tanesi yeni dönüyordu iskeleye... İçlerinde ortayaş üstü tombul kadınlar ellerinde oltaları, yanık yüzleriyle gülümseyerek selam verdiler merhaba dercesine. Oh! be dedim kendime hoş geldin saklı dünyaya...
Etrafıma bakındım. Dediklerine göre hep yaşlılar vardı bu cennette ben de öyle bi intiba uyanmamıştı, nerden baktığına bağlı herhalde deyip boşverdim yaşlıyı genci, benim kuzenle gezinmeye başladım. Abla gel çınaraltına gidelim bişiler içelim dedi, iki adımda oradaydık. Asırlık çınar ağacı iskelenin hemen üst tarafındaydı onun yanında ise köyün çeşmesi, buz gibi pınar suyu akıyordu şırıl şırıl, adı üstünde Kaynarpınar bide minicik bir cami. Çay bahçesinin tahta sandalyelerine oturup bi çay bi sade gazoz söyler söylemez bizim kuzenin arkadaşları sardı çevremizi, gazozunu son hız hüpleten kuzen fırladı gitti . Aman be! dedim kendime mis gibi işte birazda yalnız kal. Oturdum bi süre, ne kadar bi süre bilmiyorum ama. Zaman durmuş burda dedim...

Salı, Ağustos 08, 2006

O Köy...


Çocukluğumda sevmezdim ben köyü hiç. Dedem kızardı sevmiyorum diye. Sen nasıl benim torunumsun derdi rahmetli. Ben; bu bahçeleri bu tarlaları hep sizin için yaptım, bak kızım bu ağaçların hepsini elceğizlerimle diktim, yeşerttim derdi. Bense hayır ben köylü değilim o köy benim değil ben Almanya’da doğdum köy sevmem diye inat eder, gitmemek için binbir bahane uydururdum. Yok ben alerji oluyorum, orası kokuyo, ellerim kirleniyor, ders çalışmam lazım diye... Çoğu zaman kar etmezdi ağlayıp sızlanmam. Babam, hadi herkes hazırlansın marş marş derdi en sonunda dayanamayarak. Kardeşlerim oh! yine gitceksin ne güzel biz gidiyorsak sen de gideceksin diye etrafımda dönerler beni iyice sinir ederlerdi. Bense boynumu bükerek arabanın arkasına oturur, upuzun yolda sıralanmış tarlalara bakardım poflaya poflaya! Allahım derdim hemen büyüyüp hiç gitmesem köye. Annem ortamı yatıştırmak için Robinson Cruose’dan alıntılar yapardı yolda giderken. Bir gün olurda bindiğimiz gemi batarda bi adaya düşersek doğal ortamda hayatımızı sürdürebilirmişiz ağaç kökleri ve binbir bitkiyi kemirerek, ateş yakmayı öğrenmeliymişiz ve pratik için bahçe çok uygunmuş felan felan. Böyle uzun seneler geçti ta ki ben üniversiteyi kazanana kadar. Ne zaman ki ben üniversiteyi kazandım, geldim en büyük kente, işte tam da o vakit oldu herşey. İstanbulda ki ilk baharımdı Sultanahmette öğrenci yurdunda kalıyordum, kızlarla çıkıp geziyorduk o cafe senin bu benim. Çiceklere, göğe bakıp birbirimize memleketlerimizi anlatıyorduk biraz da şaşkınlıkla. Düne kadar biz değildik sanki kaçarcasına kopup gelen o küçük kentlerden. Neyse, işte o vakitlerdi benim köyümü anımsamam, özlemem. Önce gelincikler açmıştır şimdi dedim, renkli renkli ne güzel, bide çağla da çıkmıştır, ay! ne güzelde yenirdi şimdi olsa , babam mangal yapardı, dedemse filizlenmiş dallara bakar Allah’a verdiği nimetler için usulca dua ederdi. Şimdi okul bitti, hayat gailesi aldı yürüdü. Senede iki bayram gider olduk, gidişlerimiz gidiş değil...