Çarşamba, Kasım 29, 2006

Dizi dizi diziler...



Dün gece işten eve dönerken tilkiler ve bilumum hayvanat fink atıyordu karmakarışık dimağımın nadide kıvrımlarında. Ne yemeli, ne içmeli, nasıl toparlanıp çarçabuk tv’nin karşısına geçmeliydim.

Benim eskiden böyle tv'ye, dizilere düşkünlüğüm yoktu cnbc- e dizileri dışında pek bişey izlemezdim. Nasıl böyle arabesk olabiliyorsunuz, aptal senaryolara kendinizi kaptırıyorsunuz der kınardım ağzı açık seyredenleri. Hatta zaman zaman asabım bile bozulurdu, kızlarla toplandığımız gecelerde cart curt dizisinin bilmem kaçıncı bölümünü nefes almadan seyrettikleri için trip yapar dizi bitene kadar zevzeklik ederdim.
Nasıl oldu, niçin oldu beni hangi boşluğumdan yakaladı? bilmiyorum ama fena esir etti beni bu sonu gelmeyen dizi hegemonyası. Esaretim sanırım dört yada beş dizinin elinde. Hergüne nerdeyse bir tane düşüyor. Şu cümlelerime ben bile şaşıyorum, bu ben değilim ki. Eskiden ne güzeldi eve geldikten sonra acele etmek için bi nedenim yoktu sallana sallana yemek yer, boş boş oturur, canım ne isterse onu yapardım, üstüne bide uykusuz kalmaz erkenden yatardım. Şimdi öyle mi? en kısa zamanda savsaklayarak dertop ediyorum kendimi.
Üstelik bununla da kalsa iyi. Biter bitmez bitti diye oflayıp, poflamalar sonu gelmez mızmızlanmalar...

Salı, Kasım 28, 2006

Yayıl Hanım




Salı sallanırmış ya ben pazartesiden sallanmaya başladım. İş güç pek bi yoğun fakat bu yoğunlukta ben de motivasyondan eser yok. Aklım fikrim eve gitmekte. Hoş eve gidip yatıp yuvarlanmak derdinde değilim çok şükür. Derdim tasam kitap okumak. Elif Şafak külliyatıyla haşır neşirim bu aralar. Bu aralar demekle son birkaç ayı kastediyorum. Baba ve Piç ile başlayan bu sevda Mahrem, Bit Palas ve Pinhan ile devam etmekte. Dün akşam başladım Pinhan’ı okumaya. Kitabın dili diğer kitaplarına nazaran daha ağdalı, bolca Osmanlıca kelime kullanılmış. Baktım olacak gibi değil aldım elime Osmanlıca - Türkçe sözlüğü bi okudum bi çevirdim. Üniversite yıllarım geldi aklıma. Kocaman Ferit Devellioğlu lügatını etütten etüte taşırdım, bir de sinir olurdum bu kadar ağır mı? olur bi kitap diye... Hasıl-ı kelam az biraz ders çalışır gibi hissettim kendimi. Ama olsun pek keyifli... Sıcacık evde kucağında kitap, elinde bardak içre papatya takılmak.

Dodo dün akşam Akçaydan geldi. Haftasonu için en yakın arkadaşı Boboyla gittiği cennet mekandan pek bi mendebur teşrif etti. Bi kaç sorumuzu savsaklayarak cevapladı, hediyelerimizi verdi, getirdiği peynirleri zorla yedirmeye çalıştı. Sonra da ben hasta oldum klimadan deyip homurdandı. Bize; Tahtakuşlar Etnografya müzesinden aldığı üzerlik nazarlık diye tanımlayabileceğim çaputlu tohum, kurutulmuş dağ kekiği, rezene, birkaç zeytin dalı bide peynir getirmiş. Ihlamur, memnun oldu hemen gitti fare gibi tırtıkladı peyniri. Laflamaktan oldukça geç yattım yine. Sabah mis gibi Ege peynirli bi sandviç yaptım kendime. Pof! keşke pazar kahvaltısı olsaydı bu ne güzel olurdu diye söylendim üstüne bi güzel. Ama zaten bu bir renklipamuklar klasiğidir, söylenirim söylenmeden olmaz...

Pazar, Kasım 19, 2006

Pazar Sıkıntısından...

Cumartesi, Kasım 18, 2006

Ah! Vita bella...



Cumartesi rehaveti beni benden aldı yine. Geç kalkmadım bugün aslında saat on gibi uyandım. Hemen tv’yi açtım çizgi filmleri kaçırmamış olma umuduyla… Sünger Bob’u ne vakittir seyredemiyorum. Bide geçenlerde atv’de çoçukluğumun vazgeçilmez çizgi filmi Çav Marco’nun yayınlandığını öğrendim. Annemle oturur izlerdik. Marco’yu çok severdi annem. Üzülürdü ona, bak yazık Marco’ya derdi, hep annesini arıyor. Üzülmesinin nedeni yurtdışında yaşıyor olmamızdı mıydı, annesine duyduğu özlem miydi kim bilir? Jenerikte Marco kocaman kahverengi çantasıyla bir limanda olur gemiye biner, Çaaav Marco çaav! çav Marco diye bağırırdı ve rolcaption akmaya başlardı. İç burkan müziği vardı bide :) Bu hafta kaçırdım ama haftaya mutlaka izlemeyi düşünüyorum eğer bi aksilik olmazsa.
Filmleri kaçırınca Cosmopolis'i seyrettim. Bu hafta ki concept mutluluk - mutsuzluktu. Az biraz içim daraldı. Üzerine Ihlamur kokulu bi kahvaltı yaptıkdan sonra ağırlık bastı, kahve yapmaya bile üşendim. Kahve içip fallanmalı mıydım acaba? Havada aksi gibi yağmurlu bu gün. Sıkı sıkı giyinip sokağa mı atsam kendimi yada nerelere atsam? Kendime habire bişiler öneriyor sonra abuk subuk gerekçelerle caydırıyorum. Bunda DODO’dan haber bekliyor olmamın da etkisi var sanırım, her an tamam hazırlan gidiyoruz telefonu gelecek gibi geliyor ve ben hazır olmadığım için suçluluk duyguma daha bi çok sarılıyor, akıp giden zamana hayıflanarak bakıyorum. Halbuki bloglarda saatlerce boş boş geziniceğime kalkıp biraz projeyi çalışşam ya da saatler önce yıkanan çamaşırları bi kalemde assam, alışveriş yapıp akşam yemeğini şimdiden hazırlasam, fuar için İstanbula gelen dayımı arayıp bi cafede buluşşam, tırnaklarıma bakım yapıp bu sefer pembemsi bi oje sürsem, falan filan…
Starbuck’ın kızı perşembe günü dünyaya geldi. Bizim Kılpacino sonunda baba oldu. Ela bebek mıkır mıkır mıkırdanırken babası fotoğraflarını çekmiş göndermiş, çok sevdik bebeği… Küçük tırtıl diyorum ben ona. Çok sevimli çok güzel…

Pazartesi, Kasım 13, 2006

1982



Gök, gri ve puslu bugün. Miş'li zamanda kalmış Almanya’da ki çocukluk günlerim gibi. Sabahları hava çok soğuk olurdu, üşürdüm. Ağaçlar’ın gölgelediği yollarda yer yer güneş sızardı yaprakların arasından, seke seke sırtımda kocaman Heidi’li çantamla okuluma koşardım, neşeyle. Kimi zaman yanımda annem olurdu elimi sımsıkı tutmuş, kimi zaman Marie olurdu. Onunla ilk make-up denemelerimizi veya hoşlandığımız çocukları anlatırdık birbirimize neşeli neşeli. Ben, Tim’i seçerdim arsızca onun çok hoşlandığını bile bile, sinirlenirdi, kızardı bana çok. Okul çıkışlarında hava iyiden iyiye kararmış olurdu. Lapa lapa kar yağarken buzlanmış kaldırımlarda fiyuvv! diye kayardık komik renkli botlarımızla. Al al yanaklar, ellerimizde dondurmalarla sıcacık evlerimize dönerdik sonra. Ortanca kardeşim Kindergarten’e gidiyordu o vakitler ve öğretmenine aşık olmuştu. Yolda gördüğümüz sarı,uzun saçlı bayanların nerdeyse hepsine Christine diye bağırıyordu. Tabi onlarda şaşkınlıkla gülümsüyorlardı. Bizimkinin keyfi yerine geliyordu öpücükleri, gülücükleri alınca. Sene 1982 Eurovision şarkı yarışmasında ailecek tv ye kitlenmiş, gururla Tr’nin şarkısını beklemiş, muvaffak olamayacağımızı anladıktan sonra gecenin keyfini çıkarmaya karar vermiştik hatırladığım kadarıyla. Tüm ülkeler şarkılarını söylemiş sıra Almanyaya gelmişti. Nicole sahneye beyaz gitarıyla çıkmış bikaç dakika içinde beni ve kardeşimi kendisine hayran bırakmıştı. Kardeşim Christine diye anneme gösteriyordu Nicole’u ve kendi kendine el çırpıp, sallanıyordu.
Ein bisschen frieden, ein bisschen sonne, auf dieser erde, auf der wir wohnen...Hiç unutmadım o geceyi. Zaman zaman kardeşimle, geçmişten konuştuğumuzda hala o şarkıyı birlikte mırıldanırız.

Salı, Kasım 07, 2006

DESPOT ABLA



Dün çalışırken buzdolabının tamtakır olduğu geldi aklıma birdenbire. Yaşca küçük, ebadı büyük kardeşim, bikaç gündür ben de kalıyor. Kendisi mutfak faresi gibidir sağolsun. Kıtır kıtır kemirir eline geçeni. Durumdan mütevellit iş çıkışı acil Migros yapıp tepeleme doldurmalıydım köşeyi bucağı. Evde bişi kalmayınca olmayan moralim bozuluyor çünkü.
Anlaşıldığı üzere apar topar Migros’a gittim, reyonlar arasında döne döne doldurdum sepetimi. Sepet doldu, ellerim doldu, yine kahrettim niye büyüklerinden almadım diye. Hatta bi kaç şeyi gözardı edip almadım bile bile...
Elim, kolum poşet dolu, zor bela çıktım. Bulduğum ilk taksiye nazikce atladım. Sağolsunlar bizim bölgenin taksileri pek bi mendebur oluyor. Taksici efendi, yakın olicek fekat hömühömü tarafına gidebilir miyiz aceba? dedim çekinerek. Akşam akşam laf dalaşına girecek hal kalmamıştı ben de zira. Eve gidip yayılmak istedim hemen. Yemek filan hakgetireydi o an için. Yazık dedim sonra kardeşe aç açına oturacak kalk hazıra bişiler. Dodo bey’e de tarçınlı bişi yapıver acelesinden. Hemen Selin Kutucular’ın özene bezene hazırladığı “Büyükada Yemekleri, dedemin sofrası” kitabını aldım elime. Kardeş, o sıra tv8'de şehitlerimizle ilgili bi programı seyredip, heyheyleniyordu. Ben de baktım biraz ama yüreğim kaldırmadı, ağlar gibi oldum, kalktım gittim. Peynirli börek ve elmalı strudel yaptım, nefis oldu. Afiyetle yedik tıka basa. Ihlamur geldi sonra kardeşin tv zaplarına fazla tahammül edemeyip hadi bana müsaade deyip kaçarcasına gitti. Ani bi kararla tv’yi kapattım n’oldu demesine fırsat vermeden bi kitap tutuşturdum eline, al bunu oku dedim. Bi de sigarayı yasakladım bi gecelik.

Perşembe, Kasım 02, 2006

Overtime



Uzun zaman sonra yine sabaha karşı duruyorum. Ofisteyim, kadim mesai arkadaşım Tatar Ramazan, kısa bi uyku molası derdiyle yalpalaya yalpaya toplantı odasının yolunu tuttu biraz önce. Şimdi de en yenimiz, en küçüğümüz yol alıyor adım adım, kısacık rüyalar hayaliyle...

Bendeyse epey zamandır bi uykusuzluk hasıl oldu. Evde olsam uyurdum, pek tabii! ama şu an mümkünatı yok. Yoğun tempodan, günün nasıl bittiğini anlayamayan bünye, geceyle birlikte iyice nevrini şaşırdı. Hasıl-ı kelam gün oldu, gece oldu, gece oldu, gün doğdu. Açıkcası hoşuma gitmiyorda değil ofisin sessizliği, istediğim müzikleri dilediğimce dinleyebilme özgürlüğü...

Zaman hızla akıyor, birazdan güneş doğacak hepimizin üstüne. Yaprakların üzerinde çiy damlaları ışıldayacak. En kalın montlarımızı üstlerimize geçirip, serin havayı içimize çekeceğiz, ürpererek. Sizler, işlerinize doğru yol alırken biz tam tersi yol tutacağız. Herkes gider Mersin’e biz gideriz tersine misali.
Pek tabii ki projeyi bitirebilirsek. İyisi mi ben gidip uyandırayım bizimkileri...